(Day 49&50, 31.05-01.06.2010)

Sabah Endonezya vizemi aldiktan sonra basladim araba kullanmaya. Princess Highway / Sahil yolundan 1200km. 2 gun boyunca gunduz vakti hic durmadan yol aldim nerdeyse. 3’unde evimizi geri vermem gerekiyordu. 4’unde de Bali’ye ucuyordum. Hayalim herkesin anlata anlata bitiremedigi Ocean Road’u gormekti. Konsoloslugun cuma gunu kapali olmasi ardindan onca yolu tek basima kullanmak durumunda kaldigimdan, yari yolda goremiyecegimi kabul etmekte baya zorlandim acikcasi.

Ama yasadigim 2 guzel olay sayesinde de moralimi bozmamak icin elimden geleni yaptim diyebilirim.

Bir sabah gole karsi oturmus kahvaltimi etmeye basliyordum ki, bir pelikan ayaklariyla petinaj yaparak gole indi. Sonra da karsilikli beraber kahvalti ettik, cok keyifliydi.

Melbourne’e varmak uzereyken, karsima soyle bir tabele cikti: Darnum – ‘the one only musical village of Australia’. Icgudusel saptim tabi. Bu unvana, elinde bulundurduklari album ve piano koleksiyonlari sayesinde ulasmislar.

MELBOURNE

Day 51&52 (02-03.06.2010)

Ormanlarin icinde, dogayla basbasa uyumaya alismisken, Melbourne’deki ilk saatlerim hic de icacici gecmedi aslinda. Buyuk binalar, genis caddeler, her yerde sadece kartin gectigi giseler karsisinda ben, Moby’nin klibindeki uzaylilar gibiydim. Zor bela, bir elimde harita, bir elimde direksiyon, sehrin icindeki ‘information center’a ulastim. Dugmeye basip gise numarasi almak mi? Kultur soku.. Sonraki sokum ise cok daha acikliydi. ‘2dkligina park ederim’ diye dusundugum kacamagim 117aud ceza masrafina mal oldu. Birakin 117’i, 1’ini bile tasarruf etmek icin ne eziyetler cektim ben ya. Fena gitti icim valla. Zaten basta kabullenemeyip, sansimi sonuna kadar zorladim. Karakolu aradim, mailler attim. Degerlendirmeye almalarina ragmen, 1 hafta sonra red cevabi ile karsilasinca, boyun egmek de kacinilmazdi zaten.

Evimizi iade etmeden once, onu bastan asagi temizlemem gerektiginden ilk gece bir karavan parkta kaldim. Sehrin icinde hic park olmadigindan orayi bulmak da anlatmadan gececegim baska bir cinnet hikayeydi.

Tum bunlara ragmen 2 gunde Melbourne’u bu kadar sevebilmem sasirtici oldu aslinda ve hatta ‘sehrin en guzel yasanilir hali’ konumuna oturttu kendisini. Tabi kurallarina uyuldugu surece!


Sehri sanat/spor/eglence vs diye bolmelere ayirip, ergonomik bir sistem gelistirmisler.


Alternatif kulturunu henuz deneyimleyemesem de ‘turist shuttle’ dedikleri otobusle, sehirdeki tum onemli yerleri, hoparlorden konusan rehber esliginde 2 saatte, buyuk cam cercevelerle de seyredebildim.

Bunun disinda otobuslerin ve tramvaylarin ucretsiz olup, cogunun gece yarilarina kadar calisiyor olmasi da ekstra puan sebebi oldu benim icin.

venividivici

Federation Square: Ilk gun yedigim ceza ardindan, evimizi Alexandra Parkinin yanina cektim. Princess koprusu’nden gectim. Sonra da Moving Image muzesine girdim.

Bir galeri ‘Mary and Max’ adli cizgi filme aitti. Cok azini seyredebildim ama cok guzele benziyor. Yaratikciklar cok sekerciktilerrr..

Ikincisi ise kisaca medya dunyasinin nereden nerelere geldigini anlatiyordu. Matrix videosu cekip kendime yolladim, merak edenlerle Trinity halimi paylasabilirim 🙂

moving image

National Gallery of Victoria

Melbourne’un en buyuk galerisi olan National Gallery, 4 katli. Dunyadaki buyuk sergilerden bir farki, guvenlik gorevlilerinin son derecede tatli ve bilgili olmalari. Hem cok hos sohbetler, hem de tur rehberi kivaminda bilgiler aktariyorlardi. Burda 4 sergi gezebildim:

National Asian Gallery simdiye kadar gezdigim ulkelerin ozetini veriyor gibiydi. Hindistan, Tayland, Kambocya gibi Asya ulkelerine ait resimler, heykeller, canak ve comleklerden olusuyordu.

Tea and Zen adli sergi ise henuz gorme firsatina erisemedigim Japon ve Cin kulturunu tanitiyordu.

European decorative arts and paintings adli sergiden sikilacagimi sanarken, Monet, Rembrant, Rodin gibi buyuk isimlerin de eserlerine yer verilmesi gozlerimi boyadi.

Son olarak gezdigim Global Contemprary Art sergisi, aslinda en sevdigim tarz olmasina ragmen, gordugum harikalar ardindan cok basit ve sig gozuktu gozume.


Ian Potter Museum of Art‘in camlari o kadar buyuktu ki, iceri girmeden Titanik sergisini gezmis kadar oldum.

Aksam 3D bir film seyretme hayaliyle IMAX‘e gittim ama malesef hayal olarak kaldi.

Ben de gece 12’ye kadar Filtzroy etrafinda yaklasik 3 saat yuruyup, cevresindeki her sokagi neredeyse bastan asagi kesfettim. Her ne kadar ayakciklarim ayni seyi soylemese de, bundan asiri buyuk de bir keyif aldim. Sonra da kendime guzel bir yemek ismarladim.

2.gece kaldigim YHA hostel’i Queen Victoria Market‘a yakindi. 125 yillik mimarisi etkileyici, satilan meyvalar genele gore ucuzdu. Meyve disinda, gurme yiyecek ve kiyafet gibi bir cok ceside de stand sahipligi yapiyor bu market.

Bence bir sehrin insanlarini tanimanin en guzel yolu, toplu tasima aracina binmektir. Bu sebeple bindigim metroda birbirine benzeyen 2 insan bile gormedim. Hayatimda gordugum en kozmopolit sehirlerden biri oldugunu soyleyebilirim Melbourne’un. New York’tan bile fazla! Zaten starbucks, lush, blockbuster gibi global sirketleri de her sokakta gormek mumkun.

Doyamadigim Melbourne’un son gununde, sabah 7’de kalkip, son 1 saatimi de, Melbourne universitesinin bir kampusunu gezerek gecirdim. Tahminen saatin erkenliginden dolayi kimse olmadigindan, boardlari incelemek, siniflari gezmek, cok rahat ve eglenceliydi.

Tesekkurler Melbourne..